Yanılmıyorsam Ocak 1998 Ramazan ayıydı. Teravih namazı için Erzurum’da Ulu Camii’ndeydim. Kürsüde rahmetli Naim Hoca vardı; o güzel sesiyle vaaz ediyor, gönülleri ısıtıyordu. O gün, dönemin başbakanı da Erzurum’a gelmişti. Naim Hoca, her zamanki gibi cemaati gülümseten, samimi üslubuyla konuşmasını sürdürüyordu ki, bir anda caminin kapısı açıldı, başbakan içeri girdi. Cemaatin bir kısmı gözlerini merakla ona çevirdi. Kimisi boynunu uzattı, kimisi fısıldaşmaya başladı.
Tam o anda Naim Hoca kürsüden, babacan bir tavırla seslendi:
- “Ola bene bah Müslüman! Dalgayı değiş, dalgayı değiş…”
Hoca cemaati uyardı ama öyle bir üslupla uyardı ki, yüzlerde gülümseme oluştu ve herkesin dikkati yeniden vaaza döndü. Sanki diyordu ki: “Burası Allah’ın evi; burada başbakan da olsa kul kuldur, saf saftır.” O an, Naim Hoca’nın bu duruşu, caminin ruhunu iliklerinize kadar hissettiriyordu.
Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım, cuma namazında yaşadığı bir olayı anlattı. Hoca kürsüde vaaz veriyormuş, bir anda durup şöyle demiş:
- ‘Sayın valimiz camimize teşrif etmişlerdir. Kendilerine hoş geldiniz diyorum.’
Sonra vaaza devam etmiş.
Cami dediğimiz yer, tüm Müslümanların makamına, mevkisine, zenginliğine, diline, ırkına, rengine bakılmaksızın eşit olarak aynı safta namaz kıldıkları ‘Allah’ın evi’ değil miydi? Bu olay, işte o kutsal mekânda yaşanıyordu. Ama açıkçası, bu tür şeyleri ilk defa duymuyordum. Yani, duyunca çok da şaşırmadım. Ama içimde bir yerlere takıldı bu mesele… Rahmetli Naim Hoca’nın yıllar önceki o duruşuyla, bugünkü bazı hocaların davranışları arasındaki uçurum gibi fark… Naim Hoca, başbakanı bile cemaatin gözünde sıradan bir kul gibi görüp “Dalgayı değiş” derken, bugünküler valiye, vekile, kaymakama selam gönderiyor. Hangisi daha doğru?
Naim Hoca’nın tavrı mı caminin o eşitlik kokan, insanı titreten ruhuna daha uygundu, yoksa bugünkü bazı hocaların nezaket adı altında yaptıkları mı daha makul bir hareketti? İslam’da cami, sadece dört duvarla çevrili bir ibadet mekânı değil, aynı zamanda bir semboldür. Hani Hz. Ebubekir’in halife olduğu dönemde bir köleyle yan yana saf tuttuğu, Hz. Ömer’in “Adalet mülkün temelidir” diyerek zenginle fakiri aynı terazide tarttığı, Hz. Ali’nin “İnsanlar ya dinde kardeşindir ya da yaratılışta eşitin” dediği kutsal alanın adıdır. Naim Hoca, sanki bu mirası korumak istercesine, cemaatin gözünü dünyevi makamlardan çekip Allah’a çevirmişti. “Başbakan gelmiş, ne gam!” der gibi, ibadetin özünü hatırlatmıştı. Bugün ise, belki samimi bir misafirperverlikle, belki de toplumun alışkanlıklarına uyarak, makam sahiplerine selam gönderiliyor. Bu selamlar, caminin o saf, tertemiz havasını gölgelemiyor mu? İnsanın aklına takılıyor işte: Bu bir nezaket mi, yoksa ibadetin ruhunu zedeleyen bir alışkanlık mı?
Bir Ramazan ayında Veli Velioğlu Hocanın yerel bir televizyon kanalında katıldığı bir programı seyretmiştim. Kendisine bir soru sorulmuştu:
- “Erzurum’daki yaşamı eskiyle karşılaştırır mısınız?”
Hoca, o içten, dobra üslubuyla cevap vermişti:
- “Valla eskiden Erzurum’da bu kadar çok namaz kılan yoktu. Ama o zamanlar yalan dolan da bu kadar çok değildi.”
Bu sözler, adeta bir tokat gibiydi. Hoca aslında şunu demek istiyordu: Kıldığımız namaz, tuttuğumuz oruç, okuduğumuz Kur’an bizi kötü işlerden alıkoymamış. Evet, camiler dolup taşıyor, namaz kılanların sayısı artmış; ama bir yandan da yalan, riya, dedikodu, haksızlık çoğalmış. Müslümanlığı sadece ibadet yönüyle almışız elimize, şeklen uygulamışız. Halbuki ibadetin bir de ‘ahlâk’ boyutu var. Hem de öyle bir ahlak ki, beş vakitle sınırlı değil, 24 saat boyu farz olan bir duruş.
Peki, bu ahlak dinde tam olarak neyi ifade ediyor? Kur’an’da, “Namaz insanı kötülüklerden alıkoyar” (Ankebut, 45) deniyor. Namaz seni değiştirmiyorsa, ruhunu arındırmıyorsa, o namaz ne kadar namaz? Oruç da öyle değil mi? Aç kalmak değil mesele; sabrı, şükrü, nefsi terbiye etmeyi öğrenmek. Kur’an okumak, sadece harfleri telaffuz etmek değil; onun ahlakını, adaletini, merhametini hayatına yansıtmak. Hacca gitmek, sadece Kâbe’yi tavaf etmek değil; o kutlu yolculuğun sana tevazuyu, kardeşliği, eşitliği öğretmesi demek.
Din, bize sadece ibadet değil, bir yaşam biçimi sunuyor. Hz. Peygamber’in “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” sözü, her şeyi özetlemiyor mu? İbadet, ahlakla birleşmezse, ne namaz, ne oruç, ne Kur’an, ne hac tam anlamıyla yerine ulaşır.
Ama şimdilerde şu şekilde yanlış bir anlayış oluşmuş: “Namaz kılıyorsan, oruç tutuyorsan, Kur’an okuyorsan, hacca gidiyorsan, tamamdır, cenneti garantiledin.” Peki, ya ahlakın nerede? Yere çöp atıyorsan, balkondan halı silkeliyorsan, umumi tuvaleti kirli bırakıyorsan… Trafikte yol vermemek için klakson çalıp bağırıyorsan, ağzından kötü söz eksik olmuyorsa… Komşun senden şikâyetçiyse, iş arkadaşın “Bu adamla çalışılmaz” diyorsa…
Namaz kılıyorsun, ama komşun açken sen tok yatıyorsan, o namaz seni ne kadar kılmış?
Oruç tutuyorsun, ama gün boyu dedikodu yapıyorsan, o oruç seni ne kadar tutmuş?
Kur’an okuyorsun, ama yalan söylüyorsan, o Kur’an sende ne kadar okunmuş? Hacca gidiyorsun, ama kibirle dolaşıyorsan, o hac seninle ne kadar gelmiş? Hatim okuyorsun, ama hayatında adalet, merhamet, tevazu yoksa, o hatimler seni ne kadar hatmetmiş? Kısacası, ‘ahlâk’ında sorun varsa, kusura bakma ey ‘Müslüman!’ Sen sadece namaz kılıyorsun, ama namaz seni kılmalı. Sen sadece oruç tutuyorsun, ama oruç da seni tutmalı. Sen sadece Kur’an okuyorsun, ama Kur’an sende okunmalı. Sen sadece hacca gidiyorsan, ama haccın da seninle gelmeli, seninle gezmeli.
Naim Hoca’nın “Dalgayı değiş” sözü, belki de bu ahlak meselesine bir işaretti. İbadetin şekli değil, ruhu önemliydi onun için. O sözüyle aslında şunu diyordu: "Yönünü kalabalıklardan Hakk’a, gösterişten sadeliğe, şekilden öze çevir." Mesele camiye kimin geldiği değil, o camiden kimin neyle çıktığıdır. Eğer camiden kalbi arınmış, ruhu tazelenmiş biri olarak çıkmıyorsan, orada geçirdiğin vakti bir daha düşünmelisin. Naim Hoca'nın o kıymetli sözü, hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor: "Dalgayı değiş Müslüman!" Ruhu şad, makamı âli olsun.