Ünlü Alman varoluşçu filozofu Karl Jaspers, felsefe için “yolda olmak” demiştir. Bu söz, her konuyu enine boyuna irdelemek, yeni problemler peşinden koşmak, bir sonuca ulaşılsa bile bir başkasınca yeniden değerlendirilerek başka türlü sonuçlara ulaşmaya çalışmak, içinde yaşanılan dünyaya bir anlam yükleme gayreti içinde olmak demektir. Türk şiirinin usta seslerinden biri olan Erzurumlu Emrah da bu gayenin peşindedir.
Devre çıktık devrin ahvalin perişan anladık
Devr-i ahir olduğun fehm eyleyip kan ağladık
Çeşm-i ibretle nazar kıldık zamanın haline
Kimsenin halince devr etmez bu devran anladık
Her insan sonsuzluğu arzulayarak yaşar. Emrah’ın arzusu da budur ama yaşadığı devirde gördüğü edindiği tecrübeler, artık dünyanın sonuna yaklaşıldığını anlamasına neden olmuştur ve bundan dolayı da üzgün olduğunu belirtmektedir. Emrah, yaşadığı zamana ders alınacak bir yer olarak bakmakta, evrenin nasıl ve niçin yaratıldığını anlamağa çalışmaktadır, ama dünyayı kuran öyle bir kurmuştur ki zaman, insanın gönlüne göre değil, Yaratıcının isteğine göre dönmektedir. Dolayısıyla da buna boyun eğmekten başka yapacak bir şey olmadığını anlamıştır.
Böyle olmasına rağmen, içinde yaşadığı hayatı sorgulamaktan da edememektedir. Çünkü evreni yaratan, bize çeşitli algılama ve anlama vasıtalarını boşuna vermemiştir. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim’de evrene ve bu evrende bulunan varlıklara inceleyici, eleştirici ve sorgulayıcı gözlerle bakmamız istenmektedir. Nitekim felsefe de bir soru sorma ve sorgulama sanatıdır. Ünlü Yunan filozofu Sokrates, “sorgulanmamış hayatı yaşanmış saymam” diyerek hayatı anlamlı hale getirebilmek için sorgulamamız gerektiğini ifade etmektedir. Erzurumlu Emrah da bir şiirinde sevgilisiyle sanal söyleşide bulunmakta, kendisini sevgilinin yerine koyarak bir sorgulama yapmaktadır. Aslında şiirde konuşan Emrah’tır, ama konuşturduğu, yerine geçtiği sevgilidir.
“Uykudan uyanmış gözleri bir hoş / Dedim serhoş musan? Söyledi yok yok
Ak elleri boğum boğum kınalı / Dedim yar bayram mı? Söyledi yok yok
Dedim Erzurum ne? Dedi ilimdir / Dedim gider misen? Dedi yolumdur
Dedim Emrah nendir? Dedi kulumdur / Dedim satar mısan? Söyledi yok yok.”
Benzer durumu bir başka şiirinde görmek mümkündür.
Dedim dilber didelerin kan olmuş / Dedi çok ağladım sel yarasıdır
Dedim dilber beyaz gerdan hûn olmuş / Dedi zülfüm döktüm tel yarasıdır
Dedim dilber Emrah aklını aldın / Dedi sevdiğine pişman mı oldun
Dedim dilber niçin sararıp soldun / Dedi hep çektiğim dil yarasıdır
Bu dizelerden, Emrah’ın bir taraftan kendini, bir taraftan da muhatabını tanıma gayreti içinde bulunduğu anlaşılmaktadır. İnsanın öncelikle kendini bilip tanıması, onun olgunlaşmasında ve insan-ı kâmil olmasında önemli aşamalardandır. Kendini tanıyan insan, daha yüce varlıkları tanımaya ilk adımı da atmış olur. Nitekim Sokrates, felsefesinin temeline “kendini bil!” düsturunu yerleştirmiş, tasavvufi ekollerimizden bir kısmının kendisinden ilham aldıkları Hz. Ali de “kendini bilen Rabbini bilir!” ifadesiyle kendini bilmenin Yüce Varlığı bilmeye götüreceğini ifade etmiştir. Yunus Emre, ilahi formundaki bir şiirinde “Beni sorma bana ben, ben değilem / Bir ben vardır bende, benden içeru” diyerek bu hakikate işaret etmektedir.
Ancak bu kendini bilme, zorlu bir süreçtir. Bu zorlu süreçte insan bazen kendinden geçip dağlara çıkar, bazen yâr’ın elinden tutup bağlarda dolaşır, hatta dillere bile düşebilir. Erzurumlu Emrah bunu
“Tutam yâr elinden tutam / Çıkam dağlara dağlara
Olam bir yareli bülbül / İnem bağlara bağlara
Birin bilir birin bilmez / Bu dünya kimseye kalmaz
Yâr adını desem olmaz / Düşer dillere dillere
Emrah der ki bu ünümdür / Arşa çıkan tütünümdür
Yâre gidecek günümdür / Düşem dillere dillere”
dizeleriyle anlatmaktadır. Mısralarda geçen yâr’in, tensel anlamda sevgili olduğunu söyleyebileceğimiz gibi, tinsel anlamda manevi sevgili yani Hakk olması da kuvvetle muhtemeldir. İşte Emrah, kendini tanıdıkça kendi varlığından uzaklaşıp Tanrı’nın varlığına doğru gideceğini bu mısralarda ifade etmektedir.
İnsanın kendi varlığından hareketle Tanrı’nın varlığına doğru gitmesi, felsefede çokça işlenen konulardan biridir. Çünkü insan hem dini anlayışta hem de felsefi anlayışta dünyaya gelmeden önce manevi bir âlemde ruhsal bir hayat yaşamıştır. Bunu, ünlü Yunan filozofu Platon’un ideler nazariyesinde, diğer dinlerin ve mitolojilerin yaratılış teorilerinde gördüğümüz gibi, dinimizin temel kaynağı olan Kuran’da da insanın ilk yaratılışının cennette olduğu bildirilmekte ve biz de öyle olduğuna inanmaktayız.
Türkülerimizde en çok işlenen felsefi konulardan biri aşktır. Aşk, bir duygudur ama aşkın felsefi bir yönü de vardır. Her şeyden önce evrenin yaratıcısı kâinatı aşkla yaratmış ve yarattığı her varlığa da bu aşktan katmıştır. Dolayısıyla da evrende meydana gelen her şeyde aşktan bir pay vardır. Buna göre aşk, ezeli bir varlıktır, Tanrı’yla beraber vardır. Bir başka deyişle aşkın kaynağı, Tanrı’dır. Bu aşk, Tanrı’dan insana inmiş, insanda tensel aşk şeklinde görünmüştür.
Emrah’ın şiirleri adeta estetiğin coştuğu kaynaklardır. Sevgilisinin gözlerine methiye yazan Emrah, bir çift gözün ve onların bakışının dünyaya bedel olduğunu, bu gözlerin aramakla bulunamayacağını
“Nasıl methedeyim sevdiğim seni / İstanbul Bursa’yı değer gözlerin
Ararsam bulunmaz ruh-i Revan’ı / İzmir’i Konya’yı değer gözlerin
Hüsnüne yakışır Yusuf nişanı / Seni sevenlerin artar efkârı
Kars’ı Ardahan’ı Erzurum Van’ı / Delhi Buhara’yı değer gözlerin
Ben seni severim ezel ezeli / Bana cefa etme dünya güzeli
Bağdad’ı Basra’yı Acem Şiran’ı / Büsbütün dünyayı değer gözlerin”
mısralarıyla ifade etmektedir. Sevgilinin gözleri o kadar güzeldir ki dünyanın bütün memleketlerini dolaşsa onların benzerini bulamayacağını bilen Emrah’ın tek isteği, sevgilinin o yakıcı ve kalbe işleyen bakışlarını ondan esirgememesidir.
Aşkta sevgilinin en önemli niteliği güzelliğidir. Güzellik, estetiğin de temel konusudur. Türkülerimizin büyük bir bölümünde de güzel ve güzellik anlatılır. Güzellik, tamamen öznel, yani sübjektiftir. Yani güzelliğin bir genel ölçüsü bulunmamaktadır. Tek ölçü, gönle girebilmektir. Bilindiği gibi Leyla ile Mecnun’un aşkı dillere destandır. Ama Leyla, başkalarının gözüne pek de güzel görünmemektedir. Bunu Mecnun’a da söylediklerinde “siz onu bir de benim gözümle görün!” demiştir. Öyleyse güzelliğin, herkes tarafından kabul edilmiş objektif bir ölçüsü yoktur; aksine herkesin kendine göre, yani sübjektif bir güzellik kriteri vardır.
Sözünü ettiğimiz güzellik, tamamen tensel aşka yöneliktir. Eğer bu maddi nitelikli aşka cevap alınamaz ve aşk tek yönlü olarak devam ederse bu kez aşkın yönü Platonik aşka döner. Kavuşamayan sevgililerden biri ya da her ikisi birden sonsuz aşka yönelerek ilahi aşk içinde yok olmayı göze alırlar. Yani Tanrı’da başlayan aşk, sonuçta tekrar Tanrı’ya dönmüş olur ki edebiyatımızda görülen bu tarz aşka tasavvufî aşk adı verilmektedir. Emrah bunu şu müstezadında dile getirmektedir:
“Aşk-ı ezelî, âşıka ilham-ı Hüdâdır / Bir neşve nümâdır
Tahkîk gönül şehrine pür nûr-u ziyâdır / Minhâc-ı Hüdâ’dır
Her kimdeki var lezzet-i aşkın cevelanı / Eyler deveranı
Ânın o sema’ı dil-i uşşaka ciladır / Hem ruha gıdadır
Vaiz bana vasfeyleme cennet ile hûru (hûrî) / Bilmem o huzuru
Âşık olanın aşk ile matlubu rızadır / Bakisi hevadır
Hâce beni men etme cünuniyet-i aşktan / Ver dersim o meşkten
Bu cezbe-i aşk âşıka bir özge edadır / Bilsen ne safadır
Zahid beni ta’n eyleme kim mescide gelmez / Rah-ı Hakk’ı bilmez
Ben mu’tefikim kuşe-i meyhane banadır / Mescid de sanadır
Bir dil ki bilir aşk-ı hakikat haberinden / Söyler eserinden
Elbette o dil beyt-i nazargâh-ı Hudâ’dır / Kâl ehli cüdadır
Emrah güher izhar edip ehl-i hüner ister / Yani dürer ister
Hâk- der-i cananede gerçi fukaradır / Amma şuaradır”
Emrah’a göre aşk, ezelde Tanrı’nın bir ilhamı olarak âşığa verilmiş ve bu aşk insana bir neşe kaynağı olmuştur. Ancak Emrah, insana neş’e veren aşkın, beşerî olan aşk olmadığını belirtir; ona göre gerçek aşk, gönül şehri olan kalbe bir ışık ve nur olarak akmıştır ki bu da Hakk’ın yolunu göstermek, tekrar ona döndürmek için gönderilmiş bir ışıktır. Kim aşkın lezzetini bulmak için bu yolda dolaşmayı, gezinti yapmayı tercih ederse göklere yükselmeyi ifade eden sema’a müracaat eder. Semâ’, gönüllere hem ciladır hem de ruhlarına gıdadır.
Diğer mısralarda da bu gerçek aşkı anlatan Erzurumlu Emrah, son beyitte insanların bunu anlamaları için anlayış sahibi olmalarını isteyip kendisinin tanıttığı bu cevheri keşfetmeleri için hüner sahibi olmaları gerektiğini hatırlatır. Nihayetinde Emrah kendisine dönüp, bu makamları anlamada fukara olduğunu lakin şair olarak diğer insanlara göre bir basamak daha ileride bulunduğunu da söylemeden geçemez.
Sonuç olarak Erzurumlu Emrah’ın şiirlerinde hikemî bir derinlik vardır ve bu derinliği anlayabilmek için de hikmet ehli olmak gerekmektedir. Bu kısa yazıyla vurguladığımız husus, felsefenin yalnızca felsefe adına yazılmış eserlerde değil, şiirlerde de aranması gerektiğidir.