“Siyasi ve Toplumsal Yönüyle İmparatorluk Yıkılırken Edebiyat” adlı kitabınız bir kaç ay önce yayımlandı. Hayırlı olsun, okuru bol olsun. Bu kitabı hazırlama ve yayımlama düşüncesi nasıl doğdu sizde? Kitabınızın içeriği hakkında neler söylersiniz? Kısa bir değerlendirme yapabilir misiniz?
Öncelikle kitapla ilgili dilekleriniz için teşekkür ederim. Bu kitapta yer alan makaleler bir akademisyen olarak 25 yıldır yazdığım makalelerin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Akademide çalışmanın kendine has bir sorumluluğu var. Bu sorumluluk yaşadığınız topluma ve meşgul olduğunuz alana katkı yapacak bilgi üretmek. Makale yazmak da hem yaptığınız işin bir parçası hem de meslekte ilerlemenin bir sonucu. Çoğu akademisyen bir konu dahilinde kitap yazmanın yanı sıra meslek hayatı boyunca yazdığı makaleleri ilerleyen zamanlarda yine bir konu etrafında kitap hâline getirmeyi düşünür. Siyasi ve Toplumsal Yönüyle İmparatorluk Yıkılırken Edebiyat böyle bir düşüncenin ürünü.
Kitapta yer alan makalelere baktığınızda Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış dönemiyle, Tanzimat ve II. Meşrutiyet’le alakalı makalelerin ağırlıkta olduğunu görürsünüz. Bununla birlikte modernleşme tarihimizde önemli bir yere sahip olan bu dönemlerde yaşananlar, öne sürülen fikirler, aydın tutumları günümüze de ışık tutacak niteliktedir. Dolayısıyla hangi alanda olursa olsun Türkiye’nin bugünkü meseleleri tarih zemininde değerlendirilmeden sağlıklı bir şekilde anlaşılamaz.
Modernleşme sürecinde yaşanan değişimi en net bir şekilde takip edeceğimiz alanlardan birisi de edebiyattır. Bir kırılma, değişim ve dönüşüm dönemlerinde, Tanzimat ve II. Meşrutiyet’te oluşan ve gelişen modern Türk edebiyatı modernleşme sürecinden etkilenmiş, kimi zaman bu sürecin taşıyıcısı olmuştur. Bu durum ise tarih ve edebiyat araştırmalarının birlikte yürütülmesi zorunluluğunu ortaya çıkarıyor. Kitapta yer alan ve modernleşme tarihine katkı yapacağını düşündüğüm makaleler de böyle bir çabanın ürünü.
Osmanlı’nın Batı karşısında gücünü yitirmesi, çözülmesi, toprak kaybetmesi devlet yöneticilerini, aydınları devleti ayakta tutma arayışlarına itti. Batı kaynaklı siyasi, kültürel, ekonomik alanlarda reformlar gerçekleştirildi. Modernleşme sürecine girildi. Tanzimat Fermanı hem siyasi hem toplumsal anlamda bu modernleşme hareketinin başında gelir. Bunu eğitim, sağlık ve askeri alanda reformlar takip etti. Bu tarihi sürecin edebiyatımıza ne gibi etkileri oldu? Türk edebiyatı bu modernleşme ile nasıl bir ilişki içinde oldu?
Biliyorsunuz batıda modernite sürecine ivme kazandıran iki temel olay söz konusu: Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi. Sekülerleşme ortak paydasında birleşen bu iki hadisenin etkileri sadece Batı ile sınırlı kalmadı. İster istemez batı dışı ülkeler de bu sürece kendi imkânları ve anlayışları doğrultusunda eklemlenmeye çalıştı. Biz buna modernleşme diyoruz. Modernitenin mevcut klasik yapı üzerindeki yıkıcı etkilerini fark eden bizim gibi ülkeler buna karşı tedbir almanın yolunu araştırmaya başladılar. Nihayetinde bir “seyl-i huruşan” (coşkun sel) hâlinde kendi dışındaki ülkeleri ve kültürleri tehdit eden bu sürece karşı çıkmak mümkün değildi. Yoksa o sel karşısına çıkan her şeyi önüne katıp götürecekti. Bu tehlikeden kurtulmanın yolu o selin bir parçası olmak görüldü. Sonuçta çözüm yolu olarak devletin çizdiği bir program dairesinde modernitenin kabul edilebilir taraflarıyla yerel değerleri bir araya getiren eklektik bir yaklaşım geliştirilmeye çalışıldı.
Bir taraftan batıdaki gelişmelerin hayata geçirilmesini savunan bir yandan da Kur’an-ı Kerim ve şeriata göndermeler yapan Tanzimat bu yaklaşımın somut bir sonucudur. Devletin bu modernleşme projesini halka anlatmak ve var olan soru işaretlerini ortadan kaldırmak vazifesi ise aydınlara ve özellikle edebiyatçılara düştü. Şinasi’nin bu amaçla gazete çıkarması boşuna değildir. Namık Kemal, Ziya Paşa gibi aydınlar bu süreci desteklediler, kimi zaman da batılılaşma konusunda devletle ters düştüler ve muhalefete katıldılar. Edebiyat açısından roman, tiyatro gibi yeni türlerin, vatan, hürriyet ve meşrutiyet gibi yeni fikirlerin kültürümüze dahil olması bu sürece rastlamaktadır. Tanzimat romancıları batılılaşma fikrinin yanında oldukları gibi özellikle bu sürecin sosyal hayattaki yanlış sonuçlarını da eserlerinde işlediler. Hatta bu tutum Cumhuriyet romanında da kimi yazarlar tarafından devam ettirildi.
Kitabınızda Nizâm-ı Cedid ve Tanzimat dönemlerinin canlı şahidi olan iki isimden, Şeyh Galip ve Şinâsi’den bahsediyorsunuz. Bu iki şair yaklaşık yarım asırlık arayla Türk modernleşmesinin içinde yer almışlar. Adı geçen şairlerin modernleşme ile ilgili tutum ve davranışları hakkında neler söylersiniz?
Modernleşme hareketinde farklı dönemlerde şairlerin devlet adamlarına verdiği destek konusunda iki isim oldukça önemli. Bunlar Şeyh Galip ve Şinasi. Karlofça sonrasında devlet adamlarının cevap bulmaya çalıştıkları temel soru “Bu devlet nasıl kurtulur?” sorusudur. III. Selim bu sorunun cevabını yahut çözüm reçetesini eskinin yanında yürüyecek yeni bir rejim ihdasıyla vermeye ve problemleri aşmaya çalışıyor. Nizam-ı Cedit aslında modernleşmenin karşılığıdır. Ancak eski yapı ile yeni yapının bir arada yürümesi zor, zaten başarısızlıkla sonuçlanıyor. Padişah Nizam-ı Cedit uygulamalarının meşruiyeti konusunda ulemanın yanında şairlerin de desteğine muhtaç. Bu sürece destek veren şairlerin başında ise aynı zamanda Galata Mevlevihanesi post-nişini ve yakın dostu Şeyh Galip geliyor. Kitapta da belirttiğimiz üzere Şeyh Galip yazdığı şiirlerde bu konuya özel önem veriyor ve İslâmî referansları kullanarak padişahın yaptıklarının dine uygun olduğunu, bu sebeple kendisine destek verilmesini istiyor.
Şinasi’ye gelince Tanzimat reformlarının önemli ismi Reşit Paşa’yı şiirlerinde “medeniyet resulu” olarak nitelendirecek şekilde işi ileriye götürüyor. Yani onu terakki, medeniyet, modernlik, ilerleme dininin peygamberi olarak görüyor. İslâmî referansları ve terimleri dönüştürerek Reşit Paşa ve Tanzimat sürecini seküler düzeyde kutsaması Şinasi’yi Şeyh Galip’ten ayırıyor. Pozitivist bir şairin dönüştürme suretiyle de olsa İslâmî referanslardan hareket etmesi ise bir çelişkiyi de beraberinde getiriyor elbette.
Vatan sevgisi, hürriyet, istiklâl, kahramanlık… dünya edebiyatında en sık rastlanan kavramlardan. Bu kavramlar 1789 Fransız İhtilali ile önceki anlamlarından farklılaşıyor. Yeni anlamıyla bu kavramların kullanımı bizde de Namık Kemal’le başlıyor. Sonuçta da vatan ve hürriyet şairi olarak kabul ediliyor. Namık Kemal’deki bir çok kavramı İstiklal Marşı’mızda da görüyoruz. Buradan hareketle Namık Kemal’le Mehmet Âkif Ersoy arasında ne gibi benzerlikler var? Bahseder misiniz?
Söylediğiniz üzere “vatan” kavramının bugünkü modern anlamıyla kullanılmaya başlanması Fransız İhtilâli sonrasına rastlıyor. Bize bu kavramı tanıtan, hayatının merkezine koyan ve bu yönüyle kendisinden sonrakileri etkileyen şair ve düşünce adamı Namık Kemal’dir. Düşünün aradan çok yıl geçmesine rağmen 1908 sonrasında hatta Millî Mücadele döneminde bile Namık Kemal gündemdeki yerini koyuyor. Bu durum onun vatan ve hürriyet fikri konusunda benzersiz tarafını gösteriyor. Elbette vatan ve hürriyet konusunda benzer hassasiyetlere sahip Mehmet Âkif de ondan beslenecekti. Dolayısıyla hem Namık Kemal’in fikirlerinden hem de Mehmet Âkif’in şiir sürecinden hareketle söyleyecek olursak İstiklâl Marşı kısa zamanda yazılmış bir metin değildir.
Balkan Savaşı sonrasında yaşanan gelişmelere yakından şahit olan, Millî Mücadele’ye katılan Mehmet Âkif, ustasından aldığı ilhamı kendi tecrübesiyle birleştirerek İstiklâl Marşı’nı yazıyor. Millî marşımızda dile getirilen fikirlerin, kullanılan benzetme ve imajların izlerini Namık Kemal’de görürüz. Ancak yanlış anlaşılmasın bu Mehmet Âkif’i Namık Kemal taklitçisi yapmaz. Tam tersine Âkif, Namık Kemal’in açtığı yolu kendi sesiyle ve gayretiyle genişletmiş, neticede Mehmet Âkif olmuştur.
Hocam kitabınızda ilgi çekici makalelerden biri de İstanbul’un fethiyle ilgili olan. Bir gelenek icadı olarak İstanbul Fethi’nin kutlanması II. Meşrutiyet Dönemi’nde gerçekleşiyor. Fethin kutlanmaya başlanması ve kutlamalarla ilgili neler söylersiniz?
Tarih dediğimiz bilgi sahası bir bakıma günün ve geleceğin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenir. Bu yapılırken geçmişte yaşanmış olaylar arasından seçmeler yapılır ve yorumlanır. Elbette bu durum tarihi tartışmalı bir bilgi sahası kılar. İstanbul’un Fethi kutlamaları da kutlamaların başladığı II. Meşrutiyet sonrasının bir ihtiyacı olarak başlıyor. Bu konu üzerinde düşünmeyen bir kişi Fetih kutlamalarının fetihten bir sene sonra başladığını düşünebilir. Halbuki öyle değil.
Bugünkü kutlamalar modern zamanlarda devlet eliyle ortaya çıkmış bir gelenek icadıdır. Balkan Savaşı sonrasında, yaklaşan Birinci Dünya Savaşı öncesinde 1914’te başlayan bu kutlamalar başta İstanbul’da yaşayanlar olmak üzere halkta vatanı koruma bilinci uyandırmak ve bu bilinci devam ettirmek amacını taşıyor. Bir nevi seferberlik durumu. Savaş boyunca kutlamalar yapılıyor, Mondros sonrasında ise İstanbul işgal edilince kutlamalar da kendiliğinden sona eriyor. Fethin 500. Yılı olan 1953 yılında ise tekrar başlıyor ve bugüne geliyor.
Günümüzde dikkat çeken konulardan biri de iktidarların basın ve edebiyat dünyasına yaptıkları örtülü ödenekler. Özellikle Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde Necip Fazıl’a verilen örtülü ödenek sürekli konuşuluyor, tartışılıyor. Ali Şükrü Bey bizde basın ve edebiyat dünyasına örtülü ödenek verilmesi ne zaman ve nasıl başlıyor? Bu hususla ilgili geçmişten hangi örnekler verilebilir?
Aslında devletin, iktidarların basın ve sanatla olan ilişkisi yeni bir şey değil. Ayrıca örtülü ödenek meselesi bu karmaşık konunun sadece bir cephesi. Sağı solu yok yani. Geçmişte “tahsisat-ı mesture” denilen örtülü ödenek harcamaları devletin menfaati adına yapılan ve her türlü denetimden uzak olan harcamalardır. Bugün de durum böyledir. Örtülü ödenek meselesi daha çok iktidarlar değiştikten sonra önceki dönemlerin başarısızlığını ortaya koymak adına üzerinde durulan bir konu. Yani işin bir de siyasî tarafı var.
Ben kitapta Birinci Dünya Savaşı sırasında basın yayın dünyasına ve yazarlara yapılan örtülü ödenek harcamaları üzerinde durdum, rakamlara ulaştım. Şöyle düşünelim; eğer İttihad ve Terakki yönetimi başarılı olsaydı, savaşı kazansaydı bu rakamlar ve harcamalar konuşulmayacaktı.
Türk edebiyatının en önemli isimlerinden Yahya Kemal Beyatlı da kitabınızda yer alıyor. Beyatlı şiiriyle, düşünceleriyle, siyasetçiliği ve diplomatlığıyla dikkat çeken sima. Günümüzdeki Beyatlı değerlendirmeleri hakkında neler söylersiniz? Onun hakkındaki çalışmalarda, yayınlarda, yazılanlarda gördüğünüz olumlu ya da olumsuz noktalar nelerdir? Siz nasıl değerlendiriyorsunuz Beyatlı’yı?
Her büyük şair gibi Yahya Kemal de gerek edebiyat kamuoyunda gerekse edebiyat araştırmalarında daima dikkat çekmiş, çekmeye de devam edecek şahsiyetlerin başında geliyor. Nihayetinde 20. Yüzyıl modern Türk edebiyatına Ahmet Haşim ile beraber farklı kanallardan damgasını vurmuş isimlerden. Yahya Kemal şiirlerinin yanında fikirleriyle de önemli birisi. Osmanlı tarihine yaklaşımı, dil düşüncesi, İstanbul özelinde bir şehre nasıl bakılması gerektiği konusunda geliştirdiği yaklaşım tarzı vs. onu sadece geçmişin değil günümüzün şairi ve fikir adamı yapan hususiyetlerden bazıları. Türk şiirindeki belirleyici konumu yüzünden yaşadığı dönemde bazen hücumlara uğruyor. Bu hücumlardan birisi 1920 yılında karşımıza çıkıyor.
Başta Yusuf Ziya Ortaç olmak üzere dönemin genç edebiyatçıları o zaman 36 yaşında olan Yahya Kemal’i eskilikle ve orijinal olmamakla suçluyorlar. Elbette gazete sayfalarına taşınan bu tartışma ilginç olaylara da sahne oluyor. İlk defa ortaya çıkardığımız bu tartışma, 1929 yılında genç Nazım Hikmet ve arkadaşlarının başta Abdülhak Hamit olmak üzere belli bir yaşın üzerindeki şairlere karşı başlattıkları “Putları Yıkıyoruz” tartışmasına çok benziyor. Elbette onun kadar gürültü koparmıyor ama bu münakaşanın modernlik içinde eskilik-yenilik tartışmaları arasında yerini alması gereken bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Sanırım bundan sonraki süreçte edebiyat münakaşaları gündeme geldiğinde özellikle araştırmacılar 1920’de yaşanan bu tartışmayı da dikkate alacaklardır.
Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanları ve daha birçok kitabıyla tanıdığımız Ahmet Hamdi Tanpınar Türk edebiyatı için ne ifade ediyor? Onun edebiyatımızdaki yeri hakkında kısaca neler söylersiniz?
Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında ana hatlarıyla da olsa konuşmak bu röportajın sınırlarını aşar. Bununla beraber onun hakkında birkaç cümle söylemek gerekirse Yahya Kemal ile Ahmet Haşim’in bir sentezi olduğunu söyleyebiliriz. Tanpınar dil konusunda Yahya Kemal’den beslenmiştir, ancak şiirde eşyaya bakışında Haşim’i örnek almıştır. Ayrıca tarih nosyonunu Yahya Kemal’e borçludur. Tanpınar bu iki üstaddan kendi namına faydalanmayı bilmiş bir sanatçıdır.
Yer yer mensur şiir havası taşıyan Beş Şehir alanında Türk edebiyatının en önemli eserlerindendir. Modernleşme gibi Türkiye’nin temel meselesine duyarsız kalmamış özellikle romanlarında ve düz yazılarında bu meseleyi tartışmıştır, çözüm yolları aramış, teklifler sunmuştur.
Sanatla düşüncenin ve kültürün bir araya geldiği, fert toplum ilişkisinin tartışıldığı, modern zamanlarda insanın yaşadığı dramın gözler önüne serildiği Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanları sadece bizde değil batıdaki örnekleriyle de yarışacak nitelikte eserlerdir.
Son olarak neler söylersiniz?
İmparatorluk Yıkılırken Edebiyat kitabı tahmin ettiğimden fazla ilgi gördü. Bu ilgiyi bir akademisyenin 25 yıldır edebiyat araştırması alanında gösterdiği çabanın okuyucu tarafından takdir edilmesi olarak değerlendiriyorum. Ayrıca kitap Türkiye Yazarlar Birliği tarafından İnceleme alanında ödüle layık görüldü. Tabii bütün bunlar bize sorumluluk yüklüyor, aynı zamanda yeni çalışmalar ortaya koymak için teşvik ediyor.
Sırada bu kitabın devamı olarak yine çeşitli zamanlarda yazdığım yazıların bir araya getirildiği İmparatorluk Yıkılırken Toplum ve Siyaset ile İmparatorluk Yıkılırken İstanbul kitapları var. Böylelikle üç kitaptan meydana gelen “İmparatorluk Yıkılırken” serisi oluşacak. Bu kitapların da inşallah 2025 yılı içinde raflardaki yerini almasını ümit ediyorum.
Prof. Dr. Ali Şükrü Çoruk
1969’da Giresun’un Tirebolu ilçesinde doğdu. İlk ve Orta okulu aynı ilçede, liseyi Gümüşhane Öğretmen Lisesinde okudu. 1986’da İ. Ü. Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi. Lisans öğrenimini 1990’da tamamladı. Aynı yıl öğretmenliğe başladı ve 1990-1994 yılları arasında Edebiyat öğretmenliği yaptı. Bu arada 1990’da başladığı yüksek lisans programını Cumhuriyet Devri Türk Romanında Beyoğlu adlı teziyle tamamladı.
1994’de Milli Eğitimdeki görevinden ayrılarak İ. Ü. Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalına araştırma görevlisi olarak naklen tayin oldu. Aynı yıl başladığı doktora programını Fazıl Ahmet Aykaç-Hayatı ve Eserleri- adlı teziyle 1999′da tamamladı. 2001’de yardımcı doçent, 2009’da doçent, 2014’de profesör oldu.
Hâlen aynı üniversitede çalışmakta, Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı ile İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürlüğü görevlerini yürütmektedir.